Salgının Kahramanı, W. C. Morrow, 1897
çevirmen: Armağan Kilci
Ç.N. Çevirideki yazım yanlışları, orijinal metne sadık kalınarak Türkçeye uyarlandı.
I
Bunaltıcı bir Temmuz günü, yere serili uzun ve hantal, on metrelik bir gölge, caddenin üzerinde sessizce, büyük yazlık bir beldede şık bir otele doğru sürükleniyordu. Güneş batarken yaydığı eğik ışınlar, gölgenin komik oranlarda şekilsiz bir görünüme bürünmesine neden oluyordu. Bu, mahcup bir gölgeydi—belki, garip ve asap bozan tecrübelerin gölgesiydi.
Kökeni, araştırılmaya değerdi. Kısa, tıknaz, düşük omuzlu bir adamdı; saçları dağınık ve kepekli, bıyığı derbeder ve seyrekti. Kenarı yırtık ve tozla kaplı fötr şapka, oduncu gömleği, fena halde kirli bir kumaş pantolon, ahşap iğnelerle pantolonuna tutturulmuş deri pantolon askısı ve önü sandal gibi yükselen, pek acayip, eski ve yampiri bir hava katan (ayağı için fazlasıyla uzun) botlar giydiği görülüyordu.
Adamın suratı, neşeyi protesto eder nitelikteydi. Görünen o ki, erkekliğin doğal tüm unsurlarına sahipti, yine de ifadesinin bütünü bir miktar sempati uyandırıyordu, çünkü çocuksuluğun, kendine güvenin, mahcubiyetin, mütevazılığın ve dürüstlüğün bir karışımı gibiydi. Görüntüsü bocalıyordu ve kendinden emin değildi ve bir arkadaşını çaresizce arar gibiydi—doğası gereği daha güçlü ve zihni daha net olan birinin ona yön göstermesini ister gibi görünüyordu. Otuz beşinden büyük olamazdı, buna rağmen saçına ve bıyığına ak düşmüştü ve yüzü kırışıklıklarla doluydu. Bazen, aniden ve sinir bozucu bir ıslık çalacak gibi bir hareketler yapıyordu.
Bir baston taşıyordu ve geniş pantolon cepleri öylesine doluydu ki, kalçaları çok genişmiş de omuzları çok darmış gibi gösteriyordu onu. Cebinin içindekiler tam bir sırdı. En azından cepleri, bacaklarının fevkalade elips halini düzeltme konusunda etkili olmuştu ve bunu yaparak da kıymetli bir görev üstlenmişti.
İtibarsız görünen adam, binanın içindeki merdivenlere tam bir kararlılıkla yönelmişken, otelde görevli olan kapıcı, botlarıyla cilalı zemini ayaklarının altına alıp yüzeyi çizeceğinden korkarak hırçın bir şekilde "Hayda! Sen de kimsin?" diye sordu.
Kısık, utangaç bir sesle duraksayarak ve mahcubiyet içinde şapkasına dokunup "Baker," diye hızlıca cevapladı adam.
"Hangi Baker? Yani, diğer adın ne?"
"Benim mi?"
"Evet, senin."
Yabancı, besbelli ki soruyu hayretle karşıladı. Bakışları, üstündeki cam avizede sabitlenene dek bön bön tavana baktı, ama, oradan da güç alamadı; gözü, kafeslenmiş bir alaycı kuşun olduğu cumbaya takıldı.
"Jess Baker—hepsi bu," diye cevap verdi sonunda ağırbaşlı bir şekilde, sesi tiz ve usuldu.
"Ne! Diğer adını bilmiyor musun?"
Düşünceyle dolu bir duraksamadan sonra "Hayır, belli ki bilmiyorum," dedi Baker. "Bildiyim kadarıyla jess Baker—hepsi bu."
"Senin hiç başka bir ismin olmadı mı?"
"Benim mi?"
"Evet, senin."
Baker, avizeyi bulana dek tekrar çaresizce etrafına bakındı ve gözleri cumbayı aradı. Darbe yemiş gibi oldu ve hemen aşağıya uzandı ve ayak bileklerine dokundu.
"Evet efendim" diye cevap verdi.
"Bu neydi?"
"Yüz Bir," dedi sessizce, soruyu soran adamın yüzündeki korku ve şüphe ifadesine bakıyordu.
Kapıcı, karşısında duranın bir akıl hastası olduğuna kanaat getirmişti. Şöyle sordu:
"Nerelisin?"
"Georgy."
"Georgia'nın neresi?"
Baker yine denize düşmüştü ve yine avize ve cumbaya bakmaya çalışıyordu.
"Ben mi?" diye sordu.
"Evet, sen. Georgia'nın neresindensin?"
"Jess Georgy," dedi sonunda.
"Burada ne arıyorsun?"
"İyi madem, söyleyeyim. Beni işe almanı istiyorum," diye cevap verdi cılız bir umut ifadesiyle.
"Ne iş yapabilirsin?"
"Ben mi?"
"Evet, sen."
"Eee, iyi madem söyleyeyim. Ne iş olsa yaparım."
"Ne kadar maaş istiyorsun?"
"Ben mi?"
"Tabii ki sen."
"İstemek mi?"
"Evet."
"Ee, iyi madem, günde beş dolar, tahminen."
Kapıcı haykırarak güldü. "Bunu bana söylemene gerek yoktu," dedi; "Buranın mülk sahibi ben değilim."
"Nesi?" diye sordu Baker.
"Patronu."
"Aa, sen değil misin?" ve sonra cidden aklı karışmış göründü.
Kapıcı yeterince eğlenmişti ve hoyrat ve tehditkar bir sesle "Şimdi, iyi dinle—buradan hemen defolup gidiyorsun! Burada kafadan kontak manyak insan istemiyoruz. Anladın mı?"
Baker kımıldamadı, şaşkın ve üzüntülü şekilde, çaresizce kapıcıya bakmayı sürdürdü.
"Çek git dedim, yoksa köpekleri üzerine salarım!"
Baker'ın yüzünden, ta derinlerde bir yerde onurunun kırıldığı anlaşılıyordu ama korkmamıştı, tek kasını bile kımıldatmadı, sadece köpeklere hızlıca bir bakış attı.
"Manyak mısın nesin, gitmiyor musun? Gitmezsen seni kilitlerim ve komisere gönderirim;" dedi ve cebindeki bir takım anahtarları çıngırdattı.
Bir anda, Georgia'lı Baker'ın yüzüne büyük bir korku ifadesi yayıldı. Delirmiş görünüyordu ve kaçmaya hazırdı ve ayak bileklerine asılı hayali bir ağırlığı taşıyor gibiydi. Galeyana gelip tek bir adım attı ve hiçbir suçunun olmadığını aniden fark etti. Kuruntusundan sıyrıldı ve merdivenlerin dibine koştu. Tüm görüntüsü değişmişti. Alçakgönüllülüğün yerini kontrol edilemez bir korku almıştı ve yaşamı için avcıdan kaçan vahşi bir canavara dönüşmüştü. Dış kapıya doğru fırladı ve başka bir sıçrayışla zemine ulaştı ve adı konmamış dehşetlerden çabucak kaçmak için gücünü topladı.
"Orada dur!" dedi haşin ve yüksek bir ses.
Baker anında itaat etti; kölevâri bir itaate alışmış bir adam gibi boyun eğdi; kalbi kırılana dek dövülmüş bir köpek gibi söz dinledi. Şapkasını çıkardı ve solan ışığın altında, uysal ve itaatkâr durdu. Tüm korku belirtileri yüzünden silinmişti ama, birkaç dakika önce, hantal gölgenin peşinden aklı karışık zar zor yürüyen, Georgia'lı Baker değildi artık. Bir arayışı vardı ve onu bulamamıştı—yasak elmayı ısırmış ve ağzına burnuna toz dolmuş gibiydi. Havalı botları bile itaatkâr görünüyordu ve parlak uçları, kaçınılmaz sona karşı uysal bir rıza içindeydi ve bir şekilde, önceki kadar havalı görünmüyorlardı.
Baker'a seslenen seste kibarlığın esamesi okunmuyordu; bu ses, şüpheci bir adamın sesiydi, geniş ceplerinde ahlaksız ganimetlerle sıvışmaya çalışan bir hırsızı tespit ettiğine inanıyordu. Yine de, öfkeden gözü kararsa da, yüzünün cömert bir görüntüsü vardı. İki adam birbirlerini incelediler, birinin yüzünden silinen öfke yerini acımaya bıraktı; diğeriyse, yumuşak başlı şekilde karşısındakine bakıyordu.
"Benimle gel," dedi beyefendi Baker'a.
Baker'ın bu sözleri daha önce de duyduğu aşikârdı, sessizce ve evcilleştirilmiş gibi, eskimiş şapkası sol elinde ve kafası göğsüne eğik, adamı takip etti. O kadar yavaş yürüyordu ki, beyefendi dönüp ona bir göz attı ve ayaklarını kocaman açmış, sağ eliyle, ayak bileklerindeki görünmez ağır bir şeyi tutuyormuş gibi buldu onu, hareket etmek için çok çaba sarf ettiğini gördü. Şimdi, arkaya doğru yönelmiş, otelin çıkışından geçiyorlardı, arabaların bağlandığı, üzerine zımbayla halkalar tutturulmuş bir direğin yanına geldiler. Baker bir şeyi arar gibi etrafa bakındı ve beyefendi (otelin "mülk sahibi" yani sahibi Bay Clayton) direğin yanında durdu, Baker dümdüz direğe doğru yürüdü, ne sağa ne sola baktı. Direğe ulaşınca, sağ elinde taşıdığı, görünmez şeyi bıraktı, şapkasını yere koydu, deri pantolon askılarını omuzlarından sıyırdı, gömleğinin düğmelerini açıp gömleği kafasından çekip çıkardı ve şapkasının yanına çimenlerin üzerine bıraktı. Nazikçe direğe sarıldı ve ucundan zincir sarkan bir halkanın üzerine ellerini geçirdi. Yanağını, kendi çıplak koluna dayadı ve sabırla bekledi, ne bir karşı koyuş ne de bir yalvarış sergiliyordu. Eskimiş botları, acı çeken yüzüne hasretle bakıyorlardı.
Çıplak sırtı bembeyaz parıldadı. Bu sırt, yıllar süren kanlı zalimliklerin kaydını tutan bir haritaydı; güzel bir mozaik parçasıydı—kırbacın zehriyle dağlanmış insan etiydi. Üzerinde yaralar ve dikişler ve engebeler ve mümkün olan her yönde üzeri çizilmiş ve tekrar çizilmiş kesikler vardı. Baker, Bay Clayton ona sesleninceye dek bu halde bir süre durdu:
"Gömleğinizi giyin."
Sessizce itaat etti ama kafası karışmıştı ve bu beklenmedik olaylar silsilesi yüzünden utanç duymuştu. İlk başta tereddüt etti, çünkü, elleri çözülene dek gömleğini nasıl giyebileceğini anlamamıştı.
"Elleriniz zincirli değil," diye açıkladı Bay Clayton.
Bu aydınlatma, o kadar beklenmedik oldu ki, Georgia'dan gelen adam neredeyse hayrete düştü. Ani bir hareketle bileğini parçalamamak için tek elini yavaşça çekip çıkardı. Sonra, diğerini çekip çıkardı, gömleğine ve şapkasına kavuştu, görünmez ağırlığı kaldırdı ve önderinin peşinde ağır ağır ilerlemeye başladı.
"Adınız nedir?" diye sordu beyefendi.
"Yüz Bir."
Kısa süre içinde, hizmetkarların olduğu otel kısmındaki koridoru adımlıyorlardı, Baker durdu ve cesaretini toplayıp sordu:
"Yanlış koridarda olduğunuzu tahmin ediyorum." Tavanı, yeri ve kapı numaralarını inceliyordu.
"Hayır, burası doğru yer," dedi beyefendi.
Baker yine topallamaya başladı, görünmez ağırlığını asla bırakmıyordu. 13 Numarada durdular. Baker, sesinde bir acıma emaresi ile şöyle dedi,--
"Yok doğru diil. Yanlış koridar. Benimki, yüz birinci hücre."
"Evet evet; ama şimdilik sizi buraya yerleştireceğiz," diye yanıtladı beyefendi, kapıyı açıp Baker'ı içeriye yönlendirdi. Oda konforlu olacak biçimde döşenmişti ve bu durum, Baker'ı daha da fazla şaşkınlığa sürükledi.
"Yanlış ş'apmış olmayasınız?" diye ısrar etti. "Biliyorsunuz, benimki müebbet. Yüz Bir—müebbet—deli numarası yapıyor—Her Pazartesi kırk kırbaç. Bunu bilmiyor musunuz?"
"Evet evet, biliyorum; ama bunu şimdi konuşmayacağız."
Odasına sağlam bir akşam yemeği getirdiler ve hayvan gibi yedi. Su tulumbasına gitme izni için aşırı yalvarsa da, odanın içindeki bir leğende yıkanması için onu ikna ettiler. O gecenin ilerleyen bir vaktinde, beyefendi odasına girdi ve bir şey isteyip istemediğini sordu.
"İyi madem söyleyeyim. Bunu çıkarmayı unuttun," diye cevap verdi Baker, ayak bileklerini işaret ediyordu.
Beyefendi bir an mana veremedi ve sonra durdu ve hayali pranganın kilidini açtı ve onu çıkardı. Baker rahatlamış görünüyordu. Baker yatmaya hazırlanırken, beyefendi şöyle dedi:
"Burası bir hapishane değil. Burası benim evim ve ben kimseyi kırbaçlamam. Sana, yiyebileceğin kadar yemek ve güzel giysiler vereceğim ve nereye istersen gidebilirsin. Anlıyor musun?"
Baker boş gözlerle ona bakıp cevap vermedi. Soyundu, uzandı, yorgun argın iç çekti ve uykuya daldı.
II
Bunaltıcı bir Güney Eylülü güneşi, dağların ve vadilerin üzerinden batıyordu. Ardıçkuşları ve alaycı kuşlar serin yerlere göç etmişti ve ağaçlarda şarkıları işitilmiyordu. Otel, Memphis'ten gelen mültecilerle dolmuştu. Tennesse boyunca korkunç bir felaket yayılıyordu ve bunun kara gölgesi Meksika Körfezi'ne doğru sokuluyordu ve yol alırken genç yaşlı herkesi talan ederek süzülüyordu.
"Hey Baker, nasıl gidiyor?" Bu, Bay Clayton'ın güçlü, neşeli sesiydi.
Georgialı adam bir kovanın önünde eğilmiş, kum ve bezle onu ovuyordu. Seslenişi duyar duymaz, bezi kovanın kenarına astı ve dosdoğru ağır ağır gelip, çalışırken sırtının menteşeleri eskiyip paslanmış ve bakım gerektiriyormuş gibi elini beline koydu.
"Ah, o zaman sana şunu söyleyeyim. Şikayet edilcek özel bi'şey yok, amma velakin——"
"Evet?"
"Söylemenin doğru olduğundan tam emin değilim."
"Anlatsana."
"Peki madem—kimse bizi dinlemiyor, di mi?"
"Hayır."
"Neyse, bence bana bir dilim daha vermeleri gerekiyor."
"Ne dilimi?"
"Belkim iki dilim daha."
"Neyin dilimi?"
"Turta. Başından beri turtadan bahsediyorum."
"Sana yeterince vermiyorlar mı?"
"Turtadan mı?"
"Evet."
"Hayır efendim; yeterince diil. Ve—ve—yanıma yanaşın. —Açlıktan ölüyom!" diye fısıldadı.
"Açlık çekmeyeceksin. "Ne istiyorsun?"
"Yani, şimdi, her gün akşam yemeği için bir ya da iki dilim daha fazla diye düşünüyordum—ama her gün——"
"Turtadan mı?"
"Evet efendim; turta. Turtadan bahsediyodum."
"Bu mutlaka olacak; ama sana vermiyorlar mı?"
"Neyi? Turta mı?"
"Evet."
"E, evet biraz veriyorlar."
"Her gün mü?"
"Evet efendim, her gün."
"Ne kadar veriyorlar?"
"Turta mı?"
"Evet."
"İyi madem söyleyeyim. Sanırım aşağı yukarı iki dilim."
"Bundan fazlasının seni hasta etmesinden korkmuyor musun?"
"Aa, şimdi, ben de size bunu söyleyecektim, çünkü konuyu bilmiyorsunuz. Anlayacağınız üzere, hasta olmaya epey alıştım, amma bunun sebebi turta yemek değil." Sonra, her zaman konuştuğu gibi en çarpıcı ciddiyetiyle konuştu.
Baker, otelde geçirdiği iki ay içinde müthiş bir değişim göstermişti. Gözlerindeki boş bakışın yerini nezaket almıştı ve zihni kuvvetlenmişti. Yavan ruhunun aradığı şeyi bulmuştu—sevgi dolu bir kalp ve bir dost. Şişman, biçimli ve güçlüydü. Eski botları—tıpkı eski zamanlardaki gibi, çünkü onları bırakmıyordu—daha az şapşal ve neredeyse neşe verici görünüyordu. Sanki daima bir kibarlık ve incelik esintisi saçan ve gündelik adımlarda bile karaya ayak basan en cesur ve en zengin botlardı. Çoğu zaman pis sularla ve tavuk tüyleriyle kaplı oldukları doğruydu ama bu sadece, onları çevreleyen sağlıklı ahlakın ve cömertçe bolluğun etkisini arttırarak büyük bir rahatlamaya hizmet ediyordu. Pek çok bot, böyle ani bir yükselişle, olduğundan yüksek hayat tarzlarına sıçradığı için şımarırdı; ama Baker'ın botlarının karakterli duruşu sadece belli zayıflıkları düzelterek güçlenmemişti, aynı zamanda faydalı olduğu kanıtlanmış pek çok iyi özellik de edinmişti ve sınırlı kapasitelerini zorlayarak, çevresinin sağladığı avantajları takdir etmiş ve arkadaş edindikleri her an mütevazi bir şükranla saygılı davranmışlardı.
Otelde altı yüz konuk vardı ve hepsi Baker'ı tanıyordu ve ona hal hatır soruyorlardı. Ama, adının Baker oluşunun—"jess Baker, hepsi bu"—ve Georgia'dan gelmiş oluşunun—"jess Georgy" dışında, onun hakkında asla bilgi edinemediler. Bazen, yabancı biri geçmişiyle ilgili ısrarcı sorular soruyordu, ama o, apaçık çaresiz ve kafası karışmış görünüyor ve tek kelime etmiyordu. Adına gelince, adı "jess Baker"dı ama nadir durumlarda, zalimce sıkıştırıldığında, dudaklarının "Yüz Bir" der gibi kımıldadığı görülebiliyordu, sanki sesini çıkarabilse neler olacağını merak eder gibiydi ve sonra da o eski boş, acı çeken bakış yüzüne yerleşiyordu. Görünmeyen bir darbeyle sarsılışı epey azalmıştı ve prangasının anısı, geçmişin diğer acı hatıraları ile birlikte gömülmüştü. Evin dört yanında serbestçe geziniyordu ve ketum, hamarat, güvenilir ve dürüst biri olmuştu. Kapıcılar bazen şaşmaz hevesinden ve müthiş gücünden etkilenip, en ağır yükleri üç dört kat yukarı taşıtıyordu.
Günün birinde, güneyden geçerken ne var ne yoksa ele geçiren ölümün gölgesi, hayat ve mutluluk ve refah ve güzellik dolu evin üzerinden geçti. Tren her zamanki gibi geçiyordu ve inen yolcular arasında, yorgun argın, belli belirsiz gişeye yürüyen bir adam vardı. Onu tanıyan bir ya da iki kişi mevcuttu ve elini tuttuklarında, soğuk olduğunu fark ettiler. Hava çok sıcak olduğu için bu acayip bir durumdu. Gözlerinde huzursuzluk ve kaygı dolu bir bakış vardı ama sadece alnının ağrıdığını ve gerektiği gibi dinlenirse, iyileşeceğini söyledi. Bir odaya yerleştirildi ve kendini yatağa attı, epey yıpranmış, dedi. Bacaklarında hafif kramplar olduğundan yakınıyordu ve merdiven çıktığı için olduğunu düşünüyordu. Yarım saat geçtikten sonra, zilini şiddetle çaldı ve yardımcı hekime gönderildi. Bu beyefendi onu görmeye geldi ve birkaç dakikalık bir süre sonrasında ofisine girdi, kaygılı ve solgun görünüyordu. Beyaz saçlı, uzun boylu, sessiz bir adamdı. Bay Clayton'ı sordu ama beyefendinin geçici bir süreliğine orada bulunmadığı konusunda bilgilendirilince, Baker'ı sordu.
Gizli gizli ve belli bir çekinceyle "Hastanız çok mu hasta doktor?" diye merakla yanaştı gişe görevlisi.
"Baker'ı istiyorum," dedi doktor kısaca.
"Umarım ciddi bir şeyi yoktur."
"Bana hemen Baker'ı yolla."
Hekimin, yaşam ve ölüm hakkında bir sırrı vardı. Bu sırrı doğru düzgün saklamak için, cesaret, anlayış, sabır sahibi, yerinde ve dakik harekete geçen sırdaşlara ihtiyacı vardı. Bunu sadece iki kişiye söyleyebilirdi,—biri otelin sahibi, diğeriyse Georgia'lı adamdı.
Baker geldiğinde, doktor onu hasta odasının olduğu yukarı kata çağırdı, koridorun ucundaki pencereye gelmesini sağladı ve yüzüne ışık düşecek şekilde çevirdi.
"Baker, sır tutabilir misin?"
"Ben mi?"
"Evet; sır tutabilir misin?"
"Yani, ben size şöyle söyleyeyim; belkim yapabilirim; bilmem."
"Hiç insanları ölürken gördün mü?"
"Aa, evet efendim!"
"Aynı evde, pek çoğunun öldüğünü?"
"Evet efendim; evet efendim."
"Baker," dedi doktor, elini geniş omzuna usulca koydu ve ciddiyetle adamın gözlerinin içine baktı, çok çarpıcı bir sesle konuşarak—"Baker, ölmekten korkuyor musun?"
"Ben mi?"
"Evet."
"Ölmek mi?"
"Evet."
Sabırlı, nazik yüzünde hiçbir ifade yoktu. Doktorun arkasındaki pencereye baktı ve yanıtlamadı.
"Ölümden korkuyor musun Baker?"
"Kim? Ben mi?"
"Evet."
Soruya cevap vereceğine ve hatta onu anladığına delalet eden tek bir işaret yoktu. Bakışını, botlarının ucuna çevirdi ve onlarla muhabbete koyuldu, ama sessizliğini koruyordu.
"Baker, burada çok hasta bir adam var ve bence ölecek. Ona bakmam için bana yardım edecek biri lazım. Odasına girersen, belki, sen de öleceksin. Girmekten korkuyor musun?"
"Onu beklememi istediğnizden mi bahsediyonuz?"
"Evet."
Baker'ın yüzü aydınlandı ve şöyle dedi:
"Hmm, peki, madem öyle, söyleyeyim; girerim."
Yabancının odasına girdiler ve onu acılar içinde fena halde kıvranırken buldular. Doktor zaten şiddetli bir tedavi başlatmıştı, ama durumu hızla kötüye gidiyordu. Baker ona bir an için dikkatle baktı ve nabzını hissetti ve elini hastanın alnına koydu. Hüzünlü, ciddiyet dolu yüzüne zekice bir görüntü oturdu, ama korku ya da endişenin esamesi okunmuyordu. Doktora, kendisini takip etmesi için işaret verdi ve ikisi yan yana ilerleyerek kapıyı kapattılar.
"O ölcek," dedi Baker, basit ve sakince.
"Evet; nereden biliyorsun?"
"Ee, söyleyeyim; biliyorum."
"Daha önce böyle bir şey gördün mü?"
"Yüzlerce."
"Bundan korkuyor musun?"
"Ben mi?"
"Evet."
Eliyle koridorları süpürürken "Hmm, peki, herkes bunu bilmeli," dedi.
"Acele et ve önce Bay Clayton'ı bul ve bana getir."
Baker, Bay Clayton'la aşağıdaki ana girişte buluştu ve kendisini takip etmesini işaret etti. Kutuların depolandığı karanlık odaya girdiler ve sonra onun en ücra köşesine vardılar. Bay Clayton, sırtını duvara yaslamış duruyordu ve doğrudan yüzüne baktı. Tavırları çok gizemliydi ve yüzünde epey garip bir ifade vardı,—boş bir coşku gibi görünüyordu,—Bay Clayton'a dokunmaya aşina oluşu çok sıra dışıydı; beyefendi, Baker'ın akıl sağlığı konusunda endişelendi. Baker ileri uzanıp tek bir korkunç söz fısıldadı,--
"Kolerö!"
Kolera! Aman Tanrım! Bay Clayton'ın ölümcül bir soluklukla duvara yaslanmasına şaşmamalı.
Geceyarısı geldiğinde yabancı ölmüştü ve evdeki hiç kimse, onlara saldırmak için gelen korkunç tehlikeden haberdar olmamıştı. Doktor ve Baker, sürekli onun yanındaydılar ama çabaları sonuç vermemişti ve onu mezara hazırladıktan sonra, çıkıp kapıyı kilitlediler. Bay Clayton onları bekliyordu. İki beyefendinin yüzündeki endişeli ifade yoğunlaşmıştı; Baker, serinkanlı bir sorumluluk bilinciyle hiçbir şey belli etmiyordu. Konuklar pinekliyorlardı.
"Evi uyarmalıyız," diye fısıldadı Bay Clayton.
Doktor üzgün üzgün başını salladı. "Bunu yaparsak," dedi, "panik çıkar ve, bunun yanı sıra, bu dağların havası gece çok soğuk olur ve sıcak yataklarından kalkıp oraya giderlerse, muhtemelen giyinmeye vakitleri de olmadığından, tehlike büyük olur."
Her ikisi de çaresiz ve kararsız görünüyordu ve bir başkasının, kendileri yerine iki kötü şeyden birini seçmesine ihtiyaçları vardı. Sessizlik içinde Baker'a döndüler ve onun kararını beklediler. Bunu bekliyor gibiydi, tek kelime etmeden, onların görüşüne sunmaksızın, yolun sonuna gitti ve hafifçe kapıyı çaldı. Cevap geldi, Baker adını söyledi, kapı açıldı ve korkunç haber sakince bildirildi. Konuk dehşetle sarsıldı, ama Baker'ın birkaç sözü içini ferahlattı ve aceleyle fakat sessizce evi terk etme hazırlıklarına başladı. Baker, bu şekilde, bir kapıdan diğerine gidip durdu, sessizlik ve özenle ve dikkatli süslemelerle etki yarattı ve insanlara, yanlarında götürebilecekleri kadar çarşaf götürmelerini tavsiyesinde etti. Bay Clayton ve doktor, Baker'ın yönteminin göz alıcı başarısına bakıp, aynısını uyguladılar ve üç adam kısa süre içinde tüm evde cirit atmaya başladı. Tüm bunlar, süratle, sessizce ve paniksiz bir şekilde gerçekleşti ve ev boşaldı.
Ama bencillik, utanç tanımaz ve kılıfsız bir şekilde ortaya çıktı. Evdeki herkes Baker'ın yardımını istiyordu, tüm kapıcılar kaçmıştı ve onun haricinde çalışacak kimse kalmamıştı. İnanılmaz ağır yükleri sırtlandı; tek seferde binlerce emir aldı; korkmuş çocukları ve bayılan kadınları kuvvetli, kendinden emin kollarının arasına aldı; beti benzi atana ve dizleri bitkinlikten titreyinceye dek çalıştı. Elli kişinin, yüz kişinin işini yaptı.
Salgın tohumları ekilmişti. Sabaha doğru, doktor odasına çekildi, eli ayağı tutmaz hâle düştü. Baker, onun ihtiyaçlarını giderdi ve hastalığa ve tedavisine dair şaşırtıcı bilgiler öğrendi. Çevredeki tepelere dağılmış birkaç kişi ayakta duramaz haldeydi ve korku ve ağrı içinde inleyerek eve getirildiler. Baker hepsiyle ilgilendi. Bay Clayton ve birkaç yüce gönüllü insan, o ne isterse getirdiler ve talimatlarına uyarak basit çareler sağlamasına yardımcı oldular. Bu getirilenler otelde izin verilen kaynaklardan ibaretti,—sıcak battaniyeler, sulu ve şekerli sıcak brendi ya da karabiber ve tuzlu sıcak su, ayakları sıcak tutan ısıtılmış tuğlalar ve kâfur ruhu ile ovulan vücutlar. Pek çoğu iyileşti, ötekiler kötüleşti; doktor kurtuldu.
Güneş doğduğunda, Baker bir hasta üzerinde celalli bir biçimde çalışmaktaydı, aniden toparlandı, gergin gergin etrafına bakındı ve geri geri giderek duvarın kenarına büzüldü. Güçlü adam sonunda yıkılmıştı. Tutunacak bir yer arayıp kollarını yayarak düşmekten kurtulmaya çalışırken, kapıya doğru birkaç metre ilerledi ve çıkmak için arkasını döndüğünde, eli kapı kolundan kaydı ve koridorun üzerine yüz üstü devrildi. Bir süre hareketsiz uzandı ve sonra yavaşça koridorun sonuna emekledi ve orada uzanıp kaldı. Ne bir söz etti ne bir çığlık attı. Oradaydı, sessiz, tek başına ve şikayet etmeksizin duruyordu; Bay Clayton, bu son salgın kurbanını, sabırla ölümü beklerken buldu. Diğerleri aceleyle toplaştılar. Onu kaldırıp yatağa koydular ve soyup tedavi etmek istediler ama elini kaldırıp kesin şekilde onları durdurdu ve çökük gözleri ve kaygılı yüzü, söylediklerinden daha dokunaklıydı:
"Hayır, hayır! Şimdi, size söylüyorum: Gidin ve onlarla ilgilenin."
Bay Clayton onları gönderdi, tek başına onunla kaldı.
"İşte burada Baker; bunu al," dedi yavaşça.
Ama Georgialı adam durumun farkındaydı. "Yok, hayır," dedi; "bu işe yaramaz." Konuşması kesik kesikti ve zoraki mümkün oluyordu. "Madem öyle, söyleyeyim: Beni alt üst etti. İşe yaramaz. Çok yorgunum.... Çabuk gideceğim... çünkü... çok yoruldum."
Aşırı yorgun düştüğü için kolay lokma olmuştu. Ölüm çöktü yüzüne ve çukur, ızdıraplı, hazin gözlerinden yansıdı. Bir saat içinde gözleri donuklaştı; sonra soğudu ve morardı. Bir saat sonra, nabzı hissedilmez oldu. İki saat daha geçince, çilesi sona erdi.
"Baker, bir şey ister misin?" diye sordu Bay Clayton, onu canlandırmaya çalışıyordu.
"Ben mi?" diye çok cılız bir cevap geldi.
"Evet. Bir şey ister misin?"
"Hmm, ... Madem öyle, söyleyeyim: Bey ... kardeşimi buldu... halletti... ve ... ve beni... affedecek.... On beş yıl, ve deli ... taklidi yaptım.... Her Pazartesi kırk kırbaç... sabahları.... Benimki yüz birinci hücre.... İyi madem söyleyeyim: Bey... beni affedecek."
Konuşma mücadelesinden vazgeçti. Yarım saat sessizlik içinde geçti ve sonra kuvvetsizce doğrulup fısıldadı:
"Beni... affedecek."
Eskimiş botlar aval aval, soğuk bir şekilde tavana baktı; onların hasta ifadeleri artık yaşam ya da acıdan iz taşımıyordu ve huzurlu uykularında, cumbadaki alaycı kuşun şarkısından rahatsızlık duymuyorlardı.
I
Bunaltıcı bir Temmuz günü, yere serili uzun ve hantal, on metrelik bir gölge, caddenin üzerinde sessizce, büyük yazlık bir beldede şık bir otele doğru sürükleniyordu. Güneş batarken yaydığı eğik ışınlar, gölgenin komik oranlarda şekilsiz bir görünüme bürünmesine neden oluyordu. Bu, mahcup bir gölgeydi—belki, garip ve asap bozan tecrübelerin gölgesiydi.
Kökeni, araştırılmaya değerdi. Kısa, tıknaz, düşük omuzlu bir adamdı; saçları dağınık ve kepekli, bıyığı derbeder ve seyrekti. Kenarı yırtık ve tozla kaplı fötr şapka, oduncu gömleği, fena halde kirli bir kumaş pantolon, ahşap iğnelerle pantolonuna tutturulmuş deri pantolon askısı ve önü sandal gibi yükselen, pek acayip, eski ve yampiri bir hava katan (ayağı için fazlasıyla uzun) botlar giydiği görülüyordu.
Adamın suratı, neşeyi protesto eder nitelikteydi. Görünen o ki, erkekliğin doğal tüm unsurlarına sahipti, yine de ifadesinin bütünü bir miktar sempati uyandırıyordu, çünkü çocuksuluğun, kendine güvenin, mahcubiyetin, mütevazılığın ve dürüstlüğün bir karışımı gibiydi. Görüntüsü bocalıyordu ve kendinden emin değildi ve bir arkadaşını çaresizce arar gibiydi—doğası gereği daha güçlü ve zihni daha net olan birinin ona yön göstermesini ister gibi görünüyordu. Otuz beşinden büyük olamazdı, buna rağmen saçına ve bıyığına ak düşmüştü ve yüzü kırışıklıklarla doluydu. Bazen, aniden ve sinir bozucu bir ıslık çalacak gibi bir hareketler yapıyordu.
Bir baston taşıyordu ve geniş pantolon cepleri öylesine doluydu ki, kalçaları çok genişmiş de omuzları çok darmış gibi gösteriyordu onu. Cebinin içindekiler tam bir sırdı. En azından cepleri, bacaklarının fevkalade elips halini düzeltme konusunda etkili olmuştu ve bunu yaparak da kıymetli bir görev üstlenmişti.
İtibarsız görünen adam, binanın içindeki merdivenlere tam bir kararlılıkla yönelmişken, otelde görevli olan kapıcı, botlarıyla cilalı zemini ayaklarının altına alıp yüzeyi çizeceğinden korkarak hırçın bir şekilde "Hayda! Sen de kimsin?" diye sordu.
Kısık, utangaç bir sesle duraksayarak ve mahcubiyet içinde şapkasına dokunup "Baker," diye hızlıca cevapladı adam.
"Hangi Baker? Yani, diğer adın ne?"
"Benim mi?"
"Evet, senin."
Yabancı, besbelli ki soruyu hayretle karşıladı. Bakışları, üstündeki cam avizede sabitlenene dek bön bön tavana baktı, ama, oradan da güç alamadı; gözü, kafeslenmiş bir alaycı kuşun olduğu cumbaya takıldı.
"Jess Baker—hepsi bu," diye cevap verdi sonunda ağırbaşlı bir şekilde, sesi tiz ve usuldu.
"Ne! Diğer adını bilmiyor musun?"
Düşünceyle dolu bir duraksamadan sonra "Hayır, belli ki bilmiyorum," dedi Baker. "Bildiyim kadarıyla jess Baker—hepsi bu."
"Senin hiç başka bir ismin olmadı mı?"
"Benim mi?"
"Evet, senin."
Baker, avizeyi bulana dek tekrar çaresizce etrafına bakındı ve gözleri cumbayı aradı. Darbe yemiş gibi oldu ve hemen aşağıya uzandı ve ayak bileklerine dokundu.
"Evet efendim" diye cevap verdi.
"Bu neydi?"
"Yüz Bir," dedi sessizce, soruyu soran adamın yüzündeki korku ve şüphe ifadesine bakıyordu.
Kapıcı, karşısında duranın bir akıl hastası olduğuna kanaat getirmişti. Şöyle sordu:
"Nerelisin?"
"Georgy."
"Georgia'nın neresi?"
Baker yine denize düşmüştü ve yine avize ve cumbaya bakmaya çalışıyordu.
"Ben mi?" diye sordu.
"Evet, sen. Georgia'nın neresindensin?"
"Jess Georgy," dedi sonunda.
"Burada ne arıyorsun?"
"İyi madem, söyleyeyim. Beni işe almanı istiyorum," diye cevap verdi cılız bir umut ifadesiyle.
"Ne iş yapabilirsin?"
"Ben mi?"
"Evet, sen."
"Eee, iyi madem söyleyeyim. Ne iş olsa yaparım."
"Ne kadar maaş istiyorsun?"
"Ben mi?"
"Tabii ki sen."
"İstemek mi?"
"Evet."
"Ee, iyi madem, günde beş dolar, tahminen."
Kapıcı haykırarak güldü. "Bunu bana söylemene gerek yoktu," dedi; "Buranın mülk sahibi ben değilim."
"Nesi?" diye sordu Baker.
"Patronu."
"Aa, sen değil misin?" ve sonra cidden aklı karışmış göründü.
Kapıcı yeterince eğlenmişti ve hoyrat ve tehditkar bir sesle "Şimdi, iyi dinle—buradan hemen defolup gidiyorsun! Burada kafadan kontak manyak insan istemiyoruz. Anladın mı?"
Baker kımıldamadı, şaşkın ve üzüntülü şekilde, çaresizce kapıcıya bakmayı sürdürdü.
"Çek git dedim, yoksa köpekleri üzerine salarım!"
Baker'ın yüzünden, ta derinlerde bir yerde onurunun kırıldığı anlaşılıyordu ama korkmamıştı, tek kasını bile kımıldatmadı, sadece köpeklere hızlıca bir bakış attı.
"Manyak mısın nesin, gitmiyor musun? Gitmezsen seni kilitlerim ve komisere gönderirim;" dedi ve cebindeki bir takım anahtarları çıngırdattı.
Bir anda, Georgia'lı Baker'ın yüzüne büyük bir korku ifadesi yayıldı. Delirmiş görünüyordu ve kaçmaya hazırdı ve ayak bileklerine asılı hayali bir ağırlığı taşıyor gibiydi. Galeyana gelip tek bir adım attı ve hiçbir suçunun olmadığını aniden fark etti. Kuruntusundan sıyrıldı ve merdivenlerin dibine koştu. Tüm görüntüsü değişmişti. Alçakgönüllülüğün yerini kontrol edilemez bir korku almıştı ve yaşamı için avcıdan kaçan vahşi bir canavara dönüşmüştü. Dış kapıya doğru fırladı ve başka bir sıçrayışla zemine ulaştı ve adı konmamış dehşetlerden çabucak kaçmak için gücünü topladı.
"Orada dur!" dedi haşin ve yüksek bir ses.
Baker anında itaat etti; kölevâri bir itaate alışmış bir adam gibi boyun eğdi; kalbi kırılana dek dövülmüş bir köpek gibi söz dinledi. Şapkasını çıkardı ve solan ışığın altında, uysal ve itaatkâr durdu. Tüm korku belirtileri yüzünden silinmişti ama, birkaç dakika önce, hantal gölgenin peşinden aklı karışık zar zor yürüyen, Georgia'lı Baker değildi artık. Bir arayışı vardı ve onu bulamamıştı—yasak elmayı ısırmış ve ağzına burnuna toz dolmuş gibiydi. Havalı botları bile itaatkâr görünüyordu ve parlak uçları, kaçınılmaz sona karşı uysal bir rıza içindeydi ve bir şekilde, önceki kadar havalı görünmüyorlardı.
Baker'a seslenen seste kibarlığın esamesi okunmuyordu; bu ses, şüpheci bir adamın sesiydi, geniş ceplerinde ahlaksız ganimetlerle sıvışmaya çalışan bir hırsızı tespit ettiğine inanıyordu. Yine de, öfkeden gözü kararsa da, yüzünün cömert bir görüntüsü vardı. İki adam birbirlerini incelediler, birinin yüzünden silinen öfke yerini acımaya bıraktı; diğeriyse, yumuşak başlı şekilde karşısındakine bakıyordu.
"Benimle gel," dedi beyefendi Baker'a.
Baker'ın bu sözleri daha önce de duyduğu aşikârdı, sessizce ve evcilleştirilmiş gibi, eskimiş şapkası sol elinde ve kafası göğsüne eğik, adamı takip etti. O kadar yavaş yürüyordu ki, beyefendi dönüp ona bir göz attı ve ayaklarını kocaman açmış, sağ eliyle, ayak bileklerindeki görünmez ağır bir şeyi tutuyormuş gibi buldu onu, hareket etmek için çok çaba sarf ettiğini gördü. Şimdi, arkaya doğru yönelmiş, otelin çıkışından geçiyorlardı, arabaların bağlandığı, üzerine zımbayla halkalar tutturulmuş bir direğin yanına geldiler. Baker bir şeyi arar gibi etrafa bakındı ve beyefendi (otelin "mülk sahibi" yani sahibi Bay Clayton) direğin yanında durdu, Baker dümdüz direğe doğru yürüdü, ne sağa ne sola baktı. Direğe ulaşınca, sağ elinde taşıdığı, görünmez şeyi bıraktı, şapkasını yere koydu, deri pantolon askılarını omuzlarından sıyırdı, gömleğinin düğmelerini açıp gömleği kafasından çekip çıkardı ve şapkasının yanına çimenlerin üzerine bıraktı. Nazikçe direğe sarıldı ve ucundan zincir sarkan bir halkanın üzerine ellerini geçirdi. Yanağını, kendi çıplak koluna dayadı ve sabırla bekledi, ne bir karşı koyuş ne de bir yalvarış sergiliyordu. Eskimiş botları, acı çeken yüzüne hasretle bakıyorlardı.
Çıplak sırtı bembeyaz parıldadı. Bu sırt, yıllar süren kanlı zalimliklerin kaydını tutan bir haritaydı; güzel bir mozaik parçasıydı—kırbacın zehriyle dağlanmış insan etiydi. Üzerinde yaralar ve dikişler ve engebeler ve mümkün olan her yönde üzeri çizilmiş ve tekrar çizilmiş kesikler vardı. Baker, Bay Clayton ona sesleninceye dek bu halde bir süre durdu:
"Gömleğinizi giyin."
Sessizce itaat etti ama kafası karışmıştı ve bu beklenmedik olaylar silsilesi yüzünden utanç duymuştu. İlk başta tereddüt etti, çünkü, elleri çözülene dek gömleğini nasıl giyebileceğini anlamamıştı.
"Elleriniz zincirli değil," diye açıkladı Bay Clayton.
Bu aydınlatma, o kadar beklenmedik oldu ki, Georgia'dan gelen adam neredeyse hayrete düştü. Ani bir hareketle bileğini parçalamamak için tek elini yavaşça çekip çıkardı. Sonra, diğerini çekip çıkardı, gömleğine ve şapkasına kavuştu, görünmez ağırlığı kaldırdı ve önderinin peşinde ağır ağır ilerlemeye başladı.
"Adınız nedir?" diye sordu beyefendi.
"Yüz Bir."
Kısa süre içinde, hizmetkarların olduğu otel kısmındaki koridoru adımlıyorlardı, Baker durdu ve cesaretini toplayıp sordu:
"Yanlış koridarda olduğunuzu tahmin ediyorum." Tavanı, yeri ve kapı numaralarını inceliyordu.
"Hayır, burası doğru yer," dedi beyefendi.
Baker yine topallamaya başladı, görünmez ağırlığını asla bırakmıyordu. 13 Numarada durdular. Baker, sesinde bir acıma emaresi ile şöyle dedi,--
"Yok doğru diil. Yanlış koridar. Benimki, yüz birinci hücre."
"Evet evet; ama şimdilik sizi buraya yerleştireceğiz," diye yanıtladı beyefendi, kapıyı açıp Baker'ı içeriye yönlendirdi. Oda konforlu olacak biçimde döşenmişti ve bu durum, Baker'ı daha da fazla şaşkınlığa sürükledi.
"Yanlış ş'apmış olmayasınız?" diye ısrar etti. "Biliyorsunuz, benimki müebbet. Yüz Bir—müebbet—deli numarası yapıyor—Her Pazartesi kırk kırbaç. Bunu bilmiyor musunuz?"
"Evet evet, biliyorum; ama bunu şimdi konuşmayacağız."
Odasına sağlam bir akşam yemeği getirdiler ve hayvan gibi yedi. Su tulumbasına gitme izni için aşırı yalvarsa da, odanın içindeki bir leğende yıkanması için onu ikna ettiler. O gecenin ilerleyen bir vaktinde, beyefendi odasına girdi ve bir şey isteyip istemediğini sordu.
"İyi madem söyleyeyim. Bunu çıkarmayı unuttun," diye cevap verdi Baker, ayak bileklerini işaret ediyordu.
Beyefendi bir an mana veremedi ve sonra durdu ve hayali pranganın kilidini açtı ve onu çıkardı. Baker rahatlamış görünüyordu. Baker yatmaya hazırlanırken, beyefendi şöyle dedi:
"Burası bir hapishane değil. Burası benim evim ve ben kimseyi kırbaçlamam. Sana, yiyebileceğin kadar yemek ve güzel giysiler vereceğim ve nereye istersen gidebilirsin. Anlıyor musun?"
Baker boş gözlerle ona bakıp cevap vermedi. Soyundu, uzandı, yorgun argın iç çekti ve uykuya daldı.
II
Bunaltıcı bir Güney Eylülü güneşi, dağların ve vadilerin üzerinden batıyordu. Ardıçkuşları ve alaycı kuşlar serin yerlere göç etmişti ve ağaçlarda şarkıları işitilmiyordu. Otel, Memphis'ten gelen mültecilerle dolmuştu. Tennesse boyunca korkunç bir felaket yayılıyordu ve bunun kara gölgesi Meksika Körfezi'ne doğru sokuluyordu ve yol alırken genç yaşlı herkesi talan ederek süzülüyordu.
"Hey Baker, nasıl gidiyor?" Bu, Bay Clayton'ın güçlü, neşeli sesiydi.
Georgialı adam bir kovanın önünde eğilmiş, kum ve bezle onu ovuyordu. Seslenişi duyar duymaz, bezi kovanın kenarına astı ve dosdoğru ağır ağır gelip, çalışırken sırtının menteşeleri eskiyip paslanmış ve bakım gerektiriyormuş gibi elini beline koydu.
"Ah, o zaman sana şunu söyleyeyim. Şikayet edilcek özel bi'şey yok, amma velakin——"
"Evet?"
"Söylemenin doğru olduğundan tam emin değilim."
"Anlatsana."
"Peki madem—kimse bizi dinlemiyor, di mi?"
"Hayır."
"Neyse, bence bana bir dilim daha vermeleri gerekiyor."
"Ne dilimi?"
"Belkim iki dilim daha."
"Neyin dilimi?"
"Turta. Başından beri turtadan bahsediyorum."
"Sana yeterince vermiyorlar mı?"
"Turtadan mı?"
"Evet."
"Hayır efendim; yeterince diil. Ve—ve—yanıma yanaşın. —Açlıktan ölüyom!" diye fısıldadı.
"Açlık çekmeyeceksin. "Ne istiyorsun?"
"Yani, şimdi, her gün akşam yemeği için bir ya da iki dilim daha fazla diye düşünüyordum—ama her gün——"
"Turtadan mı?"
"Evet efendim; turta. Turtadan bahsediyodum."
"Bu mutlaka olacak; ama sana vermiyorlar mı?"
"Neyi? Turta mı?"
"Evet."
"E, evet biraz veriyorlar."
"Her gün mü?"
"Evet efendim, her gün."
"Ne kadar veriyorlar?"
"Turta mı?"
"Evet."
"İyi madem söyleyeyim. Sanırım aşağı yukarı iki dilim."
"Bundan fazlasının seni hasta etmesinden korkmuyor musun?"
"Aa, şimdi, ben de size bunu söyleyecektim, çünkü konuyu bilmiyorsunuz. Anlayacağınız üzere, hasta olmaya epey alıştım, amma bunun sebebi turta yemek değil." Sonra, her zaman konuştuğu gibi en çarpıcı ciddiyetiyle konuştu.
Baker, otelde geçirdiği iki ay içinde müthiş bir değişim göstermişti. Gözlerindeki boş bakışın yerini nezaket almıştı ve zihni kuvvetlenmişti. Yavan ruhunun aradığı şeyi bulmuştu—sevgi dolu bir kalp ve bir dost. Şişman, biçimli ve güçlüydü. Eski botları—tıpkı eski zamanlardaki gibi, çünkü onları bırakmıyordu—daha az şapşal ve neredeyse neşe verici görünüyordu. Sanki daima bir kibarlık ve incelik esintisi saçan ve gündelik adımlarda bile karaya ayak basan en cesur ve en zengin botlardı. Çoğu zaman pis sularla ve tavuk tüyleriyle kaplı oldukları doğruydu ama bu sadece, onları çevreleyen sağlıklı ahlakın ve cömertçe bolluğun etkisini arttırarak büyük bir rahatlamaya hizmet ediyordu. Pek çok bot, böyle ani bir yükselişle, olduğundan yüksek hayat tarzlarına sıçradığı için şımarırdı; ama Baker'ın botlarının karakterli duruşu sadece belli zayıflıkları düzelterek güçlenmemişti, aynı zamanda faydalı olduğu kanıtlanmış pek çok iyi özellik de edinmişti ve sınırlı kapasitelerini zorlayarak, çevresinin sağladığı avantajları takdir etmiş ve arkadaş edindikleri her an mütevazi bir şükranla saygılı davranmışlardı.
Otelde altı yüz konuk vardı ve hepsi Baker'ı tanıyordu ve ona hal hatır soruyorlardı. Ama, adının Baker oluşunun—"jess Baker, hepsi bu"—ve Georgia'dan gelmiş oluşunun—"jess Georgy" dışında, onun hakkında asla bilgi edinemediler. Bazen, yabancı biri geçmişiyle ilgili ısrarcı sorular soruyordu, ama o, apaçık çaresiz ve kafası karışmış görünüyor ve tek kelime etmiyordu. Adına gelince, adı "jess Baker"dı ama nadir durumlarda, zalimce sıkıştırıldığında, dudaklarının "Yüz Bir" der gibi kımıldadığı görülebiliyordu, sanki sesini çıkarabilse neler olacağını merak eder gibiydi ve sonra da o eski boş, acı çeken bakış yüzüne yerleşiyordu. Görünmeyen bir darbeyle sarsılışı epey azalmıştı ve prangasının anısı, geçmişin diğer acı hatıraları ile birlikte gömülmüştü. Evin dört yanında serbestçe geziniyordu ve ketum, hamarat, güvenilir ve dürüst biri olmuştu. Kapıcılar bazen şaşmaz hevesinden ve müthiş gücünden etkilenip, en ağır yükleri üç dört kat yukarı taşıtıyordu.
Günün birinde, güneyden geçerken ne var ne yoksa ele geçiren ölümün gölgesi, hayat ve mutluluk ve refah ve güzellik dolu evin üzerinden geçti. Tren her zamanki gibi geçiyordu ve inen yolcular arasında, yorgun argın, belli belirsiz gişeye yürüyen bir adam vardı. Onu tanıyan bir ya da iki kişi mevcuttu ve elini tuttuklarında, soğuk olduğunu fark ettiler. Hava çok sıcak olduğu için bu acayip bir durumdu. Gözlerinde huzursuzluk ve kaygı dolu bir bakış vardı ama sadece alnının ağrıdığını ve gerektiği gibi dinlenirse, iyileşeceğini söyledi. Bir odaya yerleştirildi ve kendini yatağa attı, epey yıpranmış, dedi. Bacaklarında hafif kramplar olduğundan yakınıyordu ve merdiven çıktığı için olduğunu düşünüyordu. Yarım saat geçtikten sonra, zilini şiddetle çaldı ve yardımcı hekime gönderildi. Bu beyefendi onu görmeye geldi ve birkaç dakikalık bir süre sonrasında ofisine girdi, kaygılı ve solgun görünüyordu. Beyaz saçlı, uzun boylu, sessiz bir adamdı. Bay Clayton'ı sordu ama beyefendinin geçici bir süreliğine orada bulunmadığı konusunda bilgilendirilince, Baker'ı sordu.
Gizli gizli ve belli bir çekinceyle "Hastanız çok mu hasta doktor?" diye merakla yanaştı gişe görevlisi.
"Baker'ı istiyorum," dedi doktor kısaca.
"Umarım ciddi bir şeyi yoktur."
"Bana hemen Baker'ı yolla."
Hekimin, yaşam ve ölüm hakkında bir sırrı vardı. Bu sırrı doğru düzgün saklamak için, cesaret, anlayış, sabır sahibi, yerinde ve dakik harekete geçen sırdaşlara ihtiyacı vardı. Bunu sadece iki kişiye söyleyebilirdi,—biri otelin sahibi, diğeriyse Georgia'lı adamdı.
Baker geldiğinde, doktor onu hasta odasının olduğu yukarı kata çağırdı, koridorun ucundaki pencereye gelmesini sağladı ve yüzüne ışık düşecek şekilde çevirdi.
"Baker, sır tutabilir misin?"
"Ben mi?"
"Evet; sır tutabilir misin?"
"Yani, ben size şöyle söyleyeyim; belkim yapabilirim; bilmem."
"Hiç insanları ölürken gördün mü?"
"Aa, evet efendim!"
"Aynı evde, pek çoğunun öldüğünü?"
"Evet efendim; evet efendim."
"Baker," dedi doktor, elini geniş omzuna usulca koydu ve ciddiyetle adamın gözlerinin içine baktı, çok çarpıcı bir sesle konuşarak—"Baker, ölmekten korkuyor musun?"
"Ben mi?"
"Evet."
"Ölmek mi?"
"Evet."
Sabırlı, nazik yüzünde hiçbir ifade yoktu. Doktorun arkasındaki pencereye baktı ve yanıtlamadı.
"Ölümden korkuyor musun Baker?"
"Kim? Ben mi?"
"Evet."
Soruya cevap vereceğine ve hatta onu anladığına delalet eden tek bir işaret yoktu. Bakışını, botlarının ucuna çevirdi ve onlarla muhabbete koyuldu, ama sessizliğini koruyordu.
"Baker, burada çok hasta bir adam var ve bence ölecek. Ona bakmam için bana yardım edecek biri lazım. Odasına girersen, belki, sen de öleceksin. Girmekten korkuyor musun?"
"Onu beklememi istediğnizden mi bahsediyonuz?"
"Evet."
Baker'ın yüzü aydınlandı ve şöyle dedi:
"Hmm, peki, madem öyle, söyleyeyim; girerim."
Yabancının odasına girdiler ve onu acılar içinde fena halde kıvranırken buldular. Doktor zaten şiddetli bir tedavi başlatmıştı, ama durumu hızla kötüye gidiyordu. Baker ona bir an için dikkatle baktı ve nabzını hissetti ve elini hastanın alnına koydu. Hüzünlü, ciddiyet dolu yüzüne zekice bir görüntü oturdu, ama korku ya da endişenin esamesi okunmuyordu. Doktora, kendisini takip etmesi için işaret verdi ve ikisi yan yana ilerleyerek kapıyı kapattılar.
"O ölcek," dedi Baker, basit ve sakince.
"Evet; nereden biliyorsun?"
"Ee, söyleyeyim; biliyorum."
"Daha önce böyle bir şey gördün mü?"
"Yüzlerce."
"Bundan korkuyor musun?"
"Ben mi?"
"Evet."
Eliyle koridorları süpürürken "Hmm, peki, herkes bunu bilmeli," dedi.
"Acele et ve önce Bay Clayton'ı bul ve bana getir."
Baker, Bay Clayton'la aşağıdaki ana girişte buluştu ve kendisini takip etmesini işaret etti. Kutuların depolandığı karanlık odaya girdiler ve sonra onun en ücra köşesine vardılar. Bay Clayton, sırtını duvara yaslamış duruyordu ve doğrudan yüzüne baktı. Tavırları çok gizemliydi ve yüzünde epey garip bir ifade vardı,—boş bir coşku gibi görünüyordu,—Bay Clayton'a dokunmaya aşina oluşu çok sıra dışıydı; beyefendi, Baker'ın akıl sağlığı konusunda endişelendi. Baker ileri uzanıp tek bir korkunç söz fısıldadı,--
"Kolerö!"
Kolera! Aman Tanrım! Bay Clayton'ın ölümcül bir soluklukla duvara yaslanmasına şaşmamalı.
Geceyarısı geldiğinde yabancı ölmüştü ve evdeki hiç kimse, onlara saldırmak için gelen korkunç tehlikeden haberdar olmamıştı. Doktor ve Baker, sürekli onun yanındaydılar ama çabaları sonuç vermemişti ve onu mezara hazırladıktan sonra, çıkıp kapıyı kilitlediler. Bay Clayton onları bekliyordu. İki beyefendinin yüzündeki endişeli ifade yoğunlaşmıştı; Baker, serinkanlı bir sorumluluk bilinciyle hiçbir şey belli etmiyordu. Konuklar pinekliyorlardı.
"Evi uyarmalıyız," diye fısıldadı Bay Clayton.
Doktor üzgün üzgün başını salladı. "Bunu yaparsak," dedi, "panik çıkar ve, bunun yanı sıra, bu dağların havası gece çok soğuk olur ve sıcak yataklarından kalkıp oraya giderlerse, muhtemelen giyinmeye vakitleri de olmadığından, tehlike büyük olur."
Her ikisi de çaresiz ve kararsız görünüyordu ve bir başkasının, kendileri yerine iki kötü şeyden birini seçmesine ihtiyaçları vardı. Sessizlik içinde Baker'a döndüler ve onun kararını beklediler. Bunu bekliyor gibiydi, tek kelime etmeden, onların görüşüne sunmaksızın, yolun sonuna gitti ve hafifçe kapıyı çaldı. Cevap geldi, Baker adını söyledi, kapı açıldı ve korkunç haber sakince bildirildi. Konuk dehşetle sarsıldı, ama Baker'ın birkaç sözü içini ferahlattı ve aceleyle fakat sessizce evi terk etme hazırlıklarına başladı. Baker, bu şekilde, bir kapıdan diğerine gidip durdu, sessizlik ve özenle ve dikkatli süslemelerle etki yarattı ve insanlara, yanlarında götürebilecekleri kadar çarşaf götürmelerini tavsiyesinde etti. Bay Clayton ve doktor, Baker'ın yönteminin göz alıcı başarısına bakıp, aynısını uyguladılar ve üç adam kısa süre içinde tüm evde cirit atmaya başladı. Tüm bunlar, süratle, sessizce ve paniksiz bir şekilde gerçekleşti ve ev boşaldı.
Ama bencillik, utanç tanımaz ve kılıfsız bir şekilde ortaya çıktı. Evdeki herkes Baker'ın yardımını istiyordu, tüm kapıcılar kaçmıştı ve onun haricinde çalışacak kimse kalmamıştı. İnanılmaz ağır yükleri sırtlandı; tek seferde binlerce emir aldı; korkmuş çocukları ve bayılan kadınları kuvvetli, kendinden emin kollarının arasına aldı; beti benzi atana ve dizleri bitkinlikten titreyinceye dek çalıştı. Elli kişinin, yüz kişinin işini yaptı.
Salgın tohumları ekilmişti. Sabaha doğru, doktor odasına çekildi, eli ayağı tutmaz hâle düştü. Baker, onun ihtiyaçlarını giderdi ve hastalığa ve tedavisine dair şaşırtıcı bilgiler öğrendi. Çevredeki tepelere dağılmış birkaç kişi ayakta duramaz haldeydi ve korku ve ağrı içinde inleyerek eve getirildiler. Baker hepsiyle ilgilendi. Bay Clayton ve birkaç yüce gönüllü insan, o ne isterse getirdiler ve talimatlarına uyarak basit çareler sağlamasına yardımcı oldular. Bu getirilenler otelde izin verilen kaynaklardan ibaretti,—sıcak battaniyeler, sulu ve şekerli sıcak brendi ya da karabiber ve tuzlu sıcak su, ayakları sıcak tutan ısıtılmış tuğlalar ve kâfur ruhu ile ovulan vücutlar. Pek çoğu iyileşti, ötekiler kötüleşti; doktor kurtuldu.
Güneş doğduğunda, Baker bir hasta üzerinde celalli bir biçimde çalışmaktaydı, aniden toparlandı, gergin gergin etrafına bakındı ve geri geri giderek duvarın kenarına büzüldü. Güçlü adam sonunda yıkılmıştı. Tutunacak bir yer arayıp kollarını yayarak düşmekten kurtulmaya çalışırken, kapıya doğru birkaç metre ilerledi ve çıkmak için arkasını döndüğünde, eli kapı kolundan kaydı ve koridorun üzerine yüz üstü devrildi. Bir süre hareketsiz uzandı ve sonra yavaşça koridorun sonuna emekledi ve orada uzanıp kaldı. Ne bir söz etti ne bir çığlık attı. Oradaydı, sessiz, tek başına ve şikayet etmeksizin duruyordu; Bay Clayton, bu son salgın kurbanını, sabırla ölümü beklerken buldu. Diğerleri aceleyle toplaştılar. Onu kaldırıp yatağa koydular ve soyup tedavi etmek istediler ama elini kaldırıp kesin şekilde onları durdurdu ve çökük gözleri ve kaygılı yüzü, söylediklerinden daha dokunaklıydı:
"Hayır, hayır! Şimdi, size söylüyorum: Gidin ve onlarla ilgilenin."
Bay Clayton onları gönderdi, tek başına onunla kaldı.
"İşte burada Baker; bunu al," dedi yavaşça.
Ama Georgialı adam durumun farkındaydı. "Yok, hayır," dedi; "bu işe yaramaz." Konuşması kesik kesikti ve zoraki mümkün oluyordu. "Madem öyle, söyleyeyim: Beni alt üst etti. İşe yaramaz. Çok yorgunum.... Çabuk gideceğim... çünkü... çok yoruldum."
Aşırı yorgun düştüğü için kolay lokma olmuştu. Ölüm çöktü yüzüne ve çukur, ızdıraplı, hazin gözlerinden yansıdı. Bir saat içinde gözleri donuklaştı; sonra soğudu ve morardı. Bir saat sonra, nabzı hissedilmez oldu. İki saat daha geçince, çilesi sona erdi.
"Baker, bir şey ister misin?" diye sordu Bay Clayton, onu canlandırmaya çalışıyordu.
"Ben mi?" diye çok cılız bir cevap geldi.
"Evet. Bir şey ister misin?"
"Hmm, ... Madem öyle, söyleyeyim: Bey ... kardeşimi buldu... halletti... ve ... ve beni... affedecek.... On beş yıl, ve deli ... taklidi yaptım.... Her Pazartesi kırk kırbaç... sabahları.... Benimki yüz birinci hücre.... İyi madem söyleyeyim: Bey... beni affedecek."
Konuşma mücadelesinden vazgeçti. Yarım saat sessizlik içinde geçti ve sonra kuvvetsizce doğrulup fısıldadı:
"Beni... affedecek."
Eskimiş botlar aval aval, soğuk bir şekilde tavana baktı; onların hasta ifadeleri artık yaşam ya da acıdan iz taşımıyordu ve huzurlu uykularında, cumbadaki alaycı kuşun şarkısından rahatsızlık duymuyorlardı.