"Duyduğumuz her şey bir fikirdir, gerçek değildir. Gördüğümüz her şey bir bakış açısıdır, hakikat değildir." Marcus Aurelius "Saldırgana Ait Net Fotoğraf"a bakmak yerine bu yazıyı yazmaya karar verdim. Arada haberlere (çoğu, geleceğe dair yorumlamalardan ibaret) ve haberler hakkında, anında üretilen ve kopyalanıp taklit edilen yorumlara göz gezdiriyorum.
Saldırgana ait net bir fotoğrafa bakmam gerekir mi? Yazının başlığından da anlaşıldığı üzere, Virginia Woolf'un "Kendine Ait Bir Oda"sından yola çıktım. Kendine ait bir oda, kadınların ekonomik bağımsızlığını kazanıp, dünyayı yeniden yorumlayacakları yazarlık odasına sahip olmalarının öneminden bahsediyor. Bir var oluş mücadelesi için bir odalık alanın kâfi geleceğini hatırlatan -şayet mümkünse- tarihin yeniden yazımında, kadınların aktif rol almasına yönelik bir güzelleme. Bense, tarihin, cinayete azmettiren ve kan aklayıcı en somut şeyi olan parayı soyutlama pahasına, kendime ait bir odadan kendime ait bir dünyaya geçiş yapıyorum. Bu yazınsal dünyada, umarım ki yarınım yoktur; ama muhakkak ki dünümden ve bugünümden izler, izlenimler var. Olumlu Bakmak ve Siktir Çekmek Olumlu bakma egzersizlerinin iyi yanlarından biri, ölümün yüzüne doğrudan bakana dek, hâlâ bir şansının olduğunu zannetmek. Mutlaka, şimdiden, dilimi (düşünce sistematiğimi) değiştirmemi isteyenler olacaktır. Daha açık ve anlaşılır olduğunu iddia ettikleri, bomboş ifadelere yüzümü dönmemi isteyenler olacaktır. Onlar, dilin icadından beri mevcutlar. "Yazınsal dünyada yarını olmamak" ifadesini anlaşılmaz ya da başarı ve kariyer ile ilgili bulanların gerilimini hissetmek, bu dünya için gereğinden fazla. Konu, bir cinayet de, savaş da, katliam da olabilir; beğenmediğin yazıyı, yarısında bırakabilmelisin! Öncelikle, onlara -toplumsal şartlanma ile senelerce biçimlendirildiğim, kendi yıkıcı düşüncelerimin seslerine dönüşmüş, eleştirel faşist seslere- sesleniyorum (ve diğerlerinin faşist seslerine); bu yazıda, onlara, artık neredeyse var olmayan nefretimin uyuşmuş dilinin ucuyla "siktirip gidin" (fuck you!) diyorum. İçi boşaltılmış bir küfürle direkt seslenirsem, algılanma konusunda zorluk yaşamadan yazıma odaklanabilirim. Dili ve dünyayı boyunduruğu altına almak isteyen herkese, uzaklardaki bir zihne siktirip gitmelerini ve başka yıldız tozlarının burunlarına bulaşması ihtimalini ıskalamamalarını öğütlüyorum. O, tek, eşsiz beyinlerine iyi baksın herkes. Dilimi ve dünyamı, hiçbir emirle, ikinci bir tahliyeye dek değiştirmiyorum, değiştirmeyeceğim. Çünkü yazının imkanları vardır. Bu imkanlar, gerçeği göstermekten fazlasını yapar. Gerçeği, bozmadan dönüştürebilir. Olana, "yeni" bir çehre çizişiyle makyajın imkanlarına benzer. Kör birine hiçbir şey ifade etmez. Onu, önce görmek; ardından, ona inanmak gerekir. Makyaj silindiği zaman, bir cinayetin on iki bin yıllık insanlıktan miras alınmış bir yüzü olduğunu, bilen bilir. Tüm cinayetler, yaşamın kırılganlığını hatırlatan doğaları gereği, zaten çıplak gösterenlerdir. Ölümün (ve tüm diğer müstakbel felaketlerin) yazılabilirliği, "Saldırgana Ait Net Fotoğraf" ya da "Saldırganın Yüzünün Net Fotoğrafı" kelimelerinden ibaret değildir. Saldırgan kimdir? Yüzü kimlerden oluşur? Net ne derece nettir? Fotoğraf, zaten sonsuz imâlara sahiptir, çünkü o bir fotoğraftır. Saldırganın Yüzünün Yüzsüzlüğü Balçığı andırırcasına bulaşıcı, fakat balçığın aksine yırtıcı siyasi hizipleşmenin projeksiyonlu bir köşeyi yengeç adımları ile gasp ettiği; diğer köşede, sessizliğe boğulmayı, yaşamıyormuş gibi yapmayı, olası kutuplaşmanın panzehiri olarak gösteren muktedirlerin, kandan daha kızıl boks eldivenlerini parlattıkları bir ringte, kaçıncı raundta olduğumuzu görmek, göstermek istemiyorum. Kötü bir radyo istasyonundan Dünyalılar'a ulaşmaya çalışan Uranüslüler'in ve Jüpiterliler'in birbirlerinin sesini bastırma teşebbüsü gibi siyaset, ...yapılamaz, diyemeyeceğim. Siyaset, besbelli, ancak bu işlevsizlikte yapılabiliyor. Tıpkı, bir katilin bir düşünceyi değiştirme konusundaki etkisizliği gibi. Gözlerine perde inmiş izleyenlerin takibindeki bir maç bu. Belki de siyasetin atar damarı, iletişimi ortadan kaldırıp iktidar uygulamak haricinde hiçbir amaca hizmet etmeyişi ve bu şekilde sürüklediği kitleler (çok sayıda birey) ile varlığını, insanlığın son anına dek sürdürebilecek olması. Buna rağmen, gözümü kapattığımda yok olmuyorum, yok olmuyoruz, yok olmuyorsunuz, yok olmuyorlar. Yok olmadıktan sonra, var olma türlerinin arasındaki farkların pek de hükmü yok gibi görünüyor. On yıl bir tapınakta mı var olmuşlar, ta ki önümüzdeki on yıl, bu defa diğerleri, başkalarını yok sayarak var olana dek? Propaganda araçları ile biçimlenen mutlak akıl, yenilenmeye (veyahut eskiye döndürülmeye) karar verilene dek mi var olmuşlar? Kim tarafından? Ne yok olsunlar ne de var! Yani, yok da olmasınlar, var da! Kimler? Bu soruların cevapları, kolayca da verilebilir. Yanlışı teşhis etmek bir kimliği benimseyiş mesafesinde. Ben, bu soruların cevaplarının verilemeyeceğini bile iddia etmiyorum. Kısaca, kimliksiz bile değilim. Nihilist değilim. Ölene dek, yokluğun fazlasıyım. Sanırım, öznesi belirsiz bu yazıda, tüm bu kitlelerden, saldırganlardan ve onlara ait net fotoğrafların peşinde sürüklenen bizden bahsediyorum. Somurtan halimle aynaya "Ne gülmüyorsun be de te fabula narratur!" diyorum. Çünkü, düşüncelerimi popülist örtülerin altında sunmadıkça, aynanın üzerinden akan su kadar bile anlaşılmayacağımı tahmin ediyorum. Varken (yazıyla dahi) yok olmak mümkün olmadığına göre, herkes kendi erdeminde boğuluncaya dek yüceleşecek, kaçış yok. Ve nasılsa, yine "herkes", kendi erdeminin peşinde - ister ekmek olsun ister cennet, ya da donmak üzere olan pek çok cinsten zavallıcığa uzanan el gibi bir şeyler - öyleyse, herkes kendi erdeminin tasmalı köpeği iken, bir başkasını pek kovalayan da yok. Belki köpeklerimizi dövüştürüyor olabilirdik! Sadece, bu ring bu kadar kanlı olmasaydı ve kanlı olacağına dair kendi kendini gerçekleştiren kehanetler ve "Ölümsüz Öykü"ler yazılmasaydı. Herkes birbirinin yüzüne tükürmek için tükürüklerini biriktirmekle meşgulken, yüzleşilecek ne kaldı? Elbette, olumlu düşününce, her zaman geriye kalan bir şey olur. Mesela, ölümle yüzleşmek kalır. Ya da bir barış duası. Her şey ve herkes bin bir çehre ile, katliamdan, belâgattan, beladan bir çıkış ararken ve zihnen, madden, manen sakatlanmaktan sonra bir süreliğine, ağzı köpürmüş köpeklerden hallice (ya da tüm canlıların nesilleri tükendikten sonra hala ölmeyi bekleyen böceklerden de eksik kalmadan) kendine pay ya da pâyeler çıkarıyor. Yani? Pay çıkaranlar, üzgün ve çaresiz; suçu üstlenmiş kamburlarından mütevellit bir köşede; pâye çıkaranlarsa, gaddar, saldırgan, yorgun. O kadar çok haklı ve haksız var ki, hak-hukuk söylemleri arasında boğulduk. Sıradan yazılarda, ki anormal yazılar kadar gerekli onlar da, "biz"e sığınmak ne kolay. Zaten "biz normal insanlar" ve "biz sıradan insanlar" kümesinin içinde kendine bir yaşam anlatısı kurmak için uğraşan kişiler, genelde boğulan ve boğdurulan insanlarızdır. Ve bu zıtlıklar, ikilemeler arasındaki çizgi ince bile değil, neredeyse eriyen ipten. Kim normal, kim sıradan, kim saldırgan ve kim çaresiz? Payına düşen utancı ve öfkeyi ve sakinliği kabullenmeden, pâye de mümkün olmuyor zaten. Sonra, acıkıyoruz, tuvalete gidiyoruz, bazılarımız sokağa çıkıyor; en önemlisi, kâh imkansızlıktan kâh canımız çekemez hale geldiğinden yine yeterince sevişemiyoruz. Din ile dinlendirilmiş etler gibi, ahlâk ile terbiye edilmiş sebzeler gibi; tek lokmada yem olmamak için üzerimize refleks olarak bolca acı biber serpilmiş. Uzun eğitimlerden sonra kıvamlandık artık. (Aslında, böyle kurgulara daha yakışan şey "çivi" olurdu. Fakat, iç kıymamak için sessizleştirip, çivileri yenilip yutulur hale getirip acı bibere çevirdim.) Zaten ben (ve sen) anlaşılmazken, günler oluyor, geceler geliyor... "Dupduru bir dil" denilen, beynimizin, kurtarmak için hazırda beklediği şutları andıran boşluk toplarını yakalayıp, onlarla oynuyoruz. Birbirimizi seviyoruz. Birbirimizden iğreniyoruz. Cinayetler bitmiyor. Belki, boşlukla olan oyunumuz bile sahtedir? "Can bu be can! Geber!" diyenlerin boğazındaki çelişkili düğüm, "büyük" ilüzyonistin sahne numarası mı? Fark eder mi? Epeydir, neye hakkım olup olmadığını bilmediğim için, var oluşumun meşruiyetini, yazımın hiddet seviyesinin değerlendirmesini, anlaşılma temennilerimi başka bir yüz yıla saklayıp, "şeyler"in dışında da bir alan bulmak için arayıştayım. Bu arayış, dünyayı değiştirecek bir yöntem araştırmasından çok, olup bitene ilişkin kendime has bir kavrayış geliştirmeye yönelik. Ölmeyene (ya da amatör bir mafyanın tatminsiz hormonlarına kurban giderek jurnallenme neticesinde, yaşarken geçici süre ölüme çalan işkenceye uğramayana) dek, olumlu bakmayı sürdürüyorum. Sahiden mi? Siyasetin çamur banyosundan kendine ait, duvarları aşan bir dünyaya giden geminin biletini bulmak zor, ama zorluğu anlamsız değil. Yüce bir yanı yok, rezil bir yanı da. Anlamı düşük ve vakten doğru değil. Gerçi, saatler artık bir ileri bir geri. Algıma göre, güncel olarak okuduklarımın -neredeyse- hepsi (tümü) saçmalıyor, sabahın 9'undaki gece yarısı gibi. Kimi kalbinden çektiği bitmek bilmez çileden, kimi vicdanının sesinin boru gibi çıkması nedeniyle, ara ara soluklanıp çoğu zaman saçmalıyor. Bana öyle geliyor ki bazen de hiç kimse saçmalamıyor. Hayvanat bahçesinde gezinir gibiyim. O bahçelerin de ahlaksız olduğunu biliyoruz. Ama tarih bir gecede silinemez. Beyin nakli söz konusu olduğu an, artık bu cümlelerin yazılma ihtimali de olmayacağından, uyumama çok az kaldı. Saçmalamanın yan etkisi, gerçekleştirilemeyen düşlerinin öfkesi; küfürlerle zırhlanan, lugât beygirlerine binip kelâmlar kuşanan "savaş" erbabları olarak hologramıma dahil olmaları, ne benim ne de onların suçu. Dolayısıyla, olumluyorum ve bataklıktan çıkarken "Çamur banyosu şüphesiz ki iyi gelecek" diyorum. Bu çamur, kanlı çamur; bu meydan canlı çıkma meydanı! Yarın, sıradan bir güne uyanırken, yüzümü yıkayıp, ne kan ne çamurun olduğu dinç ve diri birkaç an daha yaşayıp, geleceğe bakıyorum. Bakalım, bu dünyanın geleceği bana ne gösterecek ve ben onu nasıl kolay dillendirilip geçilemez ama kendim için çekilir hale getireceğim. Bir şekilde, söylenilenin dışında bir dil icat edip; birilerinden söylenmek yerine yazmanın ve okumanın konforunu bozan kelimelerle. Armağan Kilci, İstanbul, 01.01.2017
0 Comments
Leave a Reply. |
AuthorArmağan Kilci. Archive
February 2019
Categories |